MUHTEŞEM ÜÇLÜ


MUHTEŞEM ÜÇLÜ

Sene 1968… Sıcak mı sıcak bir yaz günüydü. Ancak güzel Muğla’mın havası rutubetli olmadığı için, o sıcak bunaltmıyordu.

Ben de Saburhane Meydanı(*)’ndaki bakkal dükkanımızın önünde oturmuş, Dondurmacı Ahmet Amca’nın hazırlayıp, sevgili Yaşar’la gönderdiği kar şerbeti ile serinliyordum.

Meydanımızın ortasındaki 300 yıllık çınar ağacının altındaki tahta sandalyelerde, o gölgedeki serinlikten pay kapmaya çalışanlar vardı. Bakkal Yusuf Amca ile Saburhane Camisi’nin müezzini Mehmet Hoca da, her zamanki gibi, tatlı tatlı didişiyorlardı.
– “Bakkal dükkanında bardakla açık şarap satıyormuşsun, yapma, günahtır!” diyen Mehmet Hoca’ya,
– “Sana ne benim müşterilerimden? Ben senin müşterilerine karışıyor muyum?” diye cevap veren, bitişik bakkal komşumuz rahmetli Yusuf Amca sayesinde, Saburhane Meydanı bir kez daha kahkahalarla çınlamaya başlamıştı.

Derken, Konakaltı istikametinden gelen yaşlı bir adam;
– “Selamünaleyküm” dedikten sonra kafasında beyaz takke ile oturan Mehmet Hoca’nın yanına oturdu ve
– “Hoca Efendi, bir maruzatım var, bana yardım eder misin?” dedi. Hoca da;
– “Hay hay, eğer elimden gelen bir şey ise tabii ki yardım ederim” dedi.
– “Gelir Hocam, gelir” dedi yaşlı adam, “zaten bana bir tek sen yardım edebilirsin.”

Adamcağızın bu sözleri, kahvenin önünde oturanların da ilgisini çekmiş olacak ki, sandalyesini yüklenen herkes ulu çınarın altında toplanmaya başladı. Ben durur muyum? alel acele oklavayı çapraz şekilde kapıya koydum ve sandalyemi kaptığım gibi, ben de Mehmet Hoca’nın yakınında ama yüzüm dükkanımızın kapısına dönük bir şekilde mevzilendim.

Şimdi siz, “bakkal dükkanının kapısına oklava koymak ta nereden çıktı? diye sorabilirsiniz, en iyisi siz sormadan ben onu da anlatayım. :)

Bizim zamanımızda Saburhane Meydanı’nda 6 bakkal, 3 kıraathane, 3 berber ve 2 fırın vardı. Muğla’da hırsızlık olmadığı için de, biz esnaflar sabah açtığımız dükkanlarımızın kapısını, gece kapatıncaya kadar asla kapatmazdık, çünkü kapatmak ayıp sayılırdı.

Eve yemek yemeye giderken ya da çarşıya, bankaya, Cuma namazına, cenazeye veya tuvalete giderken, oklavaya benzeyen uzun bir sopayı, dükkanlarımızın kapısına çapraz şekilde koyardık, o sopayı gören müşteriler de dükkanın kapalı olduğunu anlar ve asla içeri girmezlerdi.

Eğer bir esnaf sağlık ya da başka bir sorun nedeniyle dükkanını erken kapatırsa, komşularına mazeretini beyan eder, böylece yanlış anlaşılmaktan ve ayıplanmaktan kurtulurdu.

Yeri gelmişken, Saburhane’deki muhteşem bir uygulamadan daha söz etmek istiyorum. Bizler bakkal dükkanlarımızı sabahları erken açardık, ilk gelen müşteri de alışverişini yaptıktan sonra ödemeyi yaparken parayı masanın üzerine bırakmaz, usulca yere atardı. Biz de, o parayı yerden alırken müşterimizin gözüne bakar ve “Bismillahirrahmanirrahim, siftahı senden, bereketi Allah’tan” derdik. İkinci gelen müşterimize ise, “kusura bakmayın, biz bu sabahki siftahımızı yaptık ama komşumuz olan bakkal daha yeni açtı, siz alışverişinizi onun dükkanından yapın da, O da siftah etsin” derdik. Bazen de tersi olur, biz geç açtıysak, komşumuz bize müşteri göndererek siftah yapmamızı sağlardı.

Ooof, of! Keşke o kültür değerlerimizi koruyabilseydik ama maalesef kaybettik.

Neyse, ben hikayemize devam ediyorum.

Yaşlı adam, kahveci Emin Dayı’nın uzattığı buz gibi Yılmaz Gazozu’ndan bir kaç yudum aldıktan sonra anlatmaya başladı;
– “Hocam, benim adım Kamil, YSE’den emekliyim, bizim ev Sekibaşı’nda olduğu için pek Saburhane’ye yolum düşmez, dolayısıyla daha önce tanışma fırsatımız olmamıştı, kısmet bugüneymiş. Senin methini duydum da geldim, galiba gençlerle aran çok iyiymiş, senin sözünü dinlerlermiş, bu yüzden de aileler seni pek severmiş. Benim de oğlumla ilgili bir sıkıntım var, onun için senden yardım istemeye geldim, Allah rızası için bana da yardım et.”

Mahçup bir edayla başını öne eğen Mehmet Hoca;
– “Hoşgeldin Kamil Amca, teveccüh göstermişler, gençler bizim geleceğimiz, tabii ki onlara sahip çıkacağız ve doğru yolu bulmaları için yardım edeceğiz. Hayrola, senin oğlunla aranda nasıl bir sorun var?” diyerek tevazuu gösterince, yaşlı adam rahatlamış bir şekilde anlatmaya devam etti.
– “Turgut, yani benim büyük oğlan, aslında pırıl pırıl bir çocuktur, tanısan sen de seversin. Hamdolsun, işleri de iyi, sanayi bölgesinde kaportacı dükkanı var. Ayrıca, evli, ellerinden öper iki de torunumuz var.”

Mehmet Hoca dayanamadı ve adamın sözünü kesti;
– “İyi ya Kamil Amca, maşallah iyi bir evlat yetiştirmişsin, daha ne istiyorsun oğlundan?”

– “Aaah ah!” dedi yaşlı adam, “her şey iyi hoş ta, Turgut her akşam içiyor, ya dükkanı kapattıktan sonra arkadaşlarıyla, ya da evde tek başına her gün bir ufak şişe rakı içmeden yatmıyor. Defalarca uyardım ama bunca yıldır vazgeçiremedim. Ben nasip olursa bu sene Hacca da gitmek istiyorum ama oğlu içkici bir Hacı olmak istemediğim için de, önce oğlumun bu zıkkımdan kurtulmasını istiyorum. Fakat beni dinlemiyor, artık tartışmalarımızın da dozu çok arttı, hatta geçen hafta onu evlatlıktan ret etmekle tehdit ettiğim halde yine de rakıdan vaz geçiremedim. Dün akşam bir dost meclisinde senin methini duyunca da, belki sen onu ikna edebilirsin diye düşündüm ve son bir umutla sana geldim, ne olur bana yardım et.”

Yaşlı bir adamın böylesine içten bir ricasına hangi caminin imamı “hayır” diyebilir ki, bizim hoca “hayır” desin? Tabii ki, Mehmet Hoca da hayır demedi ve Kamil Amca’dan oğlunun adresini aldıktan sonra, ilk fırsatta ziyaret ederek bir ikna konuşması yapacağına dair söz verdi.

Ertesi gün öğle namazını kıldırdıktan sonra sanayiye giden Mehmet Hoca, kaportacı Turgut Usta’yı bulmuş ve babasıyla yaptığı konuşmayı anlatarak, onu içkiden vaz geçirmeye çalışmış. Sırf kendisini ikna etmek için ayağına kadar gelen Saburhane Camisi İmamını dikkatle dinleyen Turgut Usta, bir süre düşündükten sonra demiş ki;

– “Hocam, ben derdimi babama anlatamadım, sağolsun o tabii ki beni düşünüyor ama ben alkolik değilim, sadece rakı içmeyi çok seviyorum fakat o hayatında hiç içki içmediği için benim ruh halimi anlayamıyor. Madem ki siz de kalkıp dükkanıma kadar zahmet edip geldiniz, o halde ben de bir adım atacağım ve içkiyi bırakacağım ancak bir şartım var.”

Bunu duyan Mehmet Hoca sevinç ve umutla sormuş;
– “Çok sevindim kardeşim, peki söyle bakalım, nedir o şartın? İnşallah yapabileceğim bir şeydir.”
– “Yok Hocam” demiş Turgut Usta, “sağolun ama benim sizden bir istirhamım yok, sadece babamdan bir dileğim var. Biliyorum, bunu duyunca hemen küplere binecektir ama beni gerçekten seviyorsa ve biraz sakince düşünürse isteğimi kabul edebilir çünkü içkiyi bırakmam için bu fedakarlığı mutlaka yapması gerekiyor. Demin dediğim gibi, babam hayatı boyunca hiç içki içmedi ama ben istiyorum ki, sadece bir kerecik, benim hatırım için rakı içsin, mezelerden yesin ve masadakilerle muhabbet etsin, o zaman benim şimdiye kadar neden karşı çıtığımı anlayacak ve bana hak verecektir. Söz veriyorum, o bunu yaparsa, ben de içkiyi bırakırım.”

Bu sıradışı talep karşısında şaşkına dönen Mehmet Hoca, önce karşı çıksa da, bakmış ki, Turgut Usta “Nuh diyor, Peygamber demiyor”, kalkmış Sekibaşı’na gitmiş ve “Elçiye zeval olmaz” diyerek olduğu gibi durumu babaya anlatmış.

Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, bu şartı duyan Kamil Amca yerinden hoplamış ve bağırıp çağırmaya başlamış, sonra da;
– “Sağolasın Hocam, sen de elinden geleni yaptın ama ben yakında Hacca gideceğim, böyle bir şartı asla kabul edemem. Bundan böyle benim Turgut diye bir evladım yok!” diyerek Hocayı yolcu etmiş.

Ancak aradan birkaç gün geçince öfkesine gem vurmayı başaran yaşlı adam, sakin bir şekilde düşünmeye başlamış ve sonunda şöyle bir karar vermiş;
– “Eğer Oğlumun içkiyi bırakmasını sağlayacaksa, ben bir defalık bu günahı işleyebilirim, nasıl olsa Yüce Allahım beni biliyor, bu fedakarlığı sırf evladımı bu zıkkımdan kurtarmak için yaptığımı da görecektir.”

Babasından gelen “peki” cevabı karşısında sevinçten çılgına dönen Turgut Usta, hemen motosikletine atlamış ve soluğu; Karabağlar Yaylası (**)’ndaki Uçan Çuval Lokantası’nda almış. Turgut’un hikayesini ilgiyle dinleyen rahmetli Kemal Abi de;
– “Mademki baban hayatının ilk ve son rakısını içecek, o halde masadan kuş sütü bile eksik olmasın” demiş ve mükellef bir sofra hazırlamış.

Akşam saatlerinde Kamil Amca lokantaya gelince de hemen buyur etmişler ve buz gibi yayla suyuyla buluşunca süt misali bembeyaz olan rakıyı önüne koymuşlar. Önce mırın kırın eden yaşlı adam, masadakilerin sıcak sohbeti bir yana, beyaz peynir, yayla kavunu, patlıcan salatası, çingene pilavı, börülce teratoru, sarımsaklı süzme yoğurtlu biber kızartması ve daha pek çok yerel lezzetin yer aldığı soğuk meze çeşitlerinin üzerine, bir de yaylamızın o muhteşem büryan kebabını yedikçe, rakı kadehini daha sık tokuşturmaya başlamış ve gece neşeli bir şekilde sona ermiş.

Ertesi sabah bütün olup biteni şaşkınlık ve sevinç içinde öğrenen Turgut Usta, koşa koşa babasının evine gitmiş ve elini öperek, sözünü tutacağını ve bir daha kesinlikle içki içmeyeceğini söylemiş. Ancak babasından hiç ummadığı bir cevap almış;
– “Sağol Oğlum, ben sözümü nasıl tuttuysam, senin de sözünü tutacağından eminim fakat rakıyı bugün bırakma, 1 Ekim’e kadar içmeye devam etmen için sana izin veriyorum.”

Bir an için babasının şaka yaptığını düşünen Turgut Usta, onun yüzündeki ciddiyeti görünce ortada bir şaka olmadığını anlamış ve hayretle sormuş;
– “Sen de sağol Baba ama merak ettim, niye böyle bir karar verdin ki?”
– “Çünkü” demiş yaşlı adam, “masadaki sohbetin, mezelerin ve büryanın hepsi güzeldi ama rakı denen o mereti kavun ve beyaz peynirle birlikte içerken, o muhteşem üçlünün ağzımda bıraktığı lezzet bambaşkaydı. Bizim yaylanın kavun mevsimi Eylül ayı sonunda bitecek ya, bari sen de 1 Ekim’e kadar iç ve o muhteşem üçlüyle rahat rahat vedalaş, o gün bırakırsın.”

(*) Son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin uğrak yeri haline gelen Saburhane Meydanı, 500 yıllık geçmişe sahip özgün bir meydandır. 1500’lü yıllarda Sabri Efendi adında bir dervişin dergahının burada olması nedeniyle Saburhane adı verilmiştir. Muğla’nın Rum Mahallesi olarak ta bilinen Asar Mevkii’nde yer alır. Rumlar tarafından yerleşim alanı olarak seçilmesinin sebebi ise, Rum inşaat ustalarının şehrin değişik yerlerine astıkları taze keçi ciğerlerinden en uzun süre dayanan, Değirmen Deresi’ndeki bir ağaçta asılı olduğu içindir. Saburhane Camisi, Apostol Hanı, tarihi kilise kalıntıları, şaraphane, üç kahvehane, iki ekmek fırını, altı bakkal, üç berber dükkanı, hamam, 300 yıllık çınar ağacı ve tarihi evlerle çevrili olan meydanımıza 1992 yılında bir de Mimar Sinan heykeli dikildi.

(**) Dünyadaki tüm yaylalar yerleşim yerlerinden daha yukarı rakımlı olduğu halde, biz Muğlalıların yazlığı olan Karabağlar Yaylası, 660 metre rakımlı şehir merkezinden 30 metre daha aşağıda bulunmaktadır.

* * * * *

Sevgili Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı ve mizahi bir dille süslediği “DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ” başlıklı köşe yazısından (www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yilmaz-ozdil/donulmez-aksamin-ufkundayiz-845610/) esinlenerek uyarladığım bu öykü denememi dilerim beğenirsiniz.

Selam ve sevgilerimle.

Zafer KARADAĞ
www.harclik.net
31 Mayıs 2015, Şanghay

ZaferKaradag hakkında

www.harclik.net www.karya.biz www.gen-turk.com Email: zaferkaradag@gmail.com Cep / Whatsapp: +86-131-2753 7434 Skype / Wechat: zaferkaradag
Bu yazı Yazılarım kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.